FUTBOLU EL BİRLİĞİYLE KATLEDERKEN!

Çoğunuzun bildiği gibi modern futbol, İngiltere’de 1870’lerden sonra doğdu. İşçi sınıfının verdiği mücadelelerle çalışma saatlerini azaltması, boş zamanın doğması, fabrikalarda meşin yuvarlağın peşinden koşanları yarattı. Onlar da futbolu… İngiltere’yi diğer Avrupa ülkeleri izledi. Fabrikalardan sonra, Üniversitelerde de bu büyülü top ilgi görmeye başladı. Futbolu oynayan emekçi ya da öğrencilerin hiçbirinin para kazanma derdi yoktu. Sadece iş ya da ders saati dışında hoşça vakit geçirmekti. Ama futbol öyle benimsendi ki, İngiltere’den başlayarak tüm Avrupa’yı ve dünyayı sardı. Buralardan da Osmanlı’ya ve günümüz Türkiye’sine de bu sevinin sirayet etmesi kaçınılmazdı. Gerçi Osmanlı’da önce futbolun Müslümanlar tarafından oynanması yasaktı ama sevgi yasak dinlen mi? Tabii ki dinlemedi ve her sokak arasında, her caddede, küçük küçük arazilerde, arsalarda oynama mutluluğunu yaşadı gençlik…
Zamanla futbolun oynanmasına uygun sahalar yapıldı, sonra tribünler inşa edilmeye başlandı. Ardından bu meşin yuvarlığı iyi oynayanlara küçük küçük harçlıklar verilme dönemine geçildi. Bir süre sonra federasyonlar kurulmaya başlandı. Ardından da futbolun uluslararası organizasyonu için FİFA ve UEFA kuruldu. Bunu dünyadaki tüm kıtalardaki kuruluşlar izledi… 

Bizim çocukluk ve gençliğimizin ilk yıllarında yazın toz bulutunun içinde mücadele eden futbolcuları göremediğimiz, kışın balçık çamurda topun sürülmesinin neredeyse insanüstü güç gerektirdiği  sahalarda oynanıyordu futbol... Tribünler küçüktü, derme çatmaydı. Özel tribünler de yoktu. Zengininden yoksuluna herkes futbolu seyrederdi. Ama oynayanlar kesinlikle yoksuldu. Kulüp başkanları da çok büyük zengin sayılmazdı. Yoksullarla aynı mahallelerde otururlardı ama evleri biraz daha büyük ya da iki katlı bahçeliydi. Futbolcular malzemelerini naylon çantalarda taşırlardı. Futbol o dönemlerde de siyasetin ve çeşitli güç odaklarının kullanımına müsaitti. Zaten ellerinden geldiği kadar da kullanılırdı. Hitler’den Mussolini’ye Franco’dan Salazar’a kadar daha çok diktatörlerin toplumun dikkatini başka alanlara çevirme sanatına dönüşmüştü. 

DİKTATÖRLERDEN, HERKESİN KULLANDIĞI BİR ALANA DÖNÜŞEN FUTBOL 

Zamanla futbol her kesim için bir zenginleşme aracına dönüştü. Uluslararası futbol kuruluşları, ülkelerin federasyonları, siyasetle, iş dünyasıyla el birliği yaparak, futbolu tamamen toplumu uyutma aracı, yani bir afyon haline dönüştürme konusunda devasa adımlar atılmasına öncülük ettiler. Geçmişteki kullanımın çap açısından yüzlerce kat bir kullanım alanıydı futbol… Herkes, ama herkes bu büyülü küreden yararlanma yoluna gitti. Ünlü Yazar Simon Kuper, “Futbol asla sadece futbol değildir” kitabında, futbolun nasıl da kullanılan bir meta olduğunu anlatır. Birçok hikayesi vardır kitapta ve FİFA’nın da, UEFA’nın da endüstriyel futbolu nasıl kutsanan bir ilahi güç haline getirmeye çalıştığını, buna ülke federasyonları ve kulüplerin de ayak uydurma hikayelerini bize hatırlatır. Siyasetin de aralıksız at oynattığı bir arenadır artık futbol. 
Kuper, bu kitabı yazarken, aslında futbol bugünkü gibi endüstriyel niteliğinin emekleme evresindeydi. Sonra adeta ışık hızıyla yaşanan gelişmelerle, futbolcu bir yandan modern köle haline getirilirken, bir yandan da görkemli bir yaşantıya sahip olduğu algısı yaratılır… Futbolcunun köle olmadığını ortaya koymanın yolu da, onlara çok yüksek bedeller ödemek, lüks bir yaşam sürmesini sağlamak ve futbolseverleri cambaza baktırırken, asıl baronların bu büyülü meşin yuvarlak aracılığıyla korkunç sayılacak servetlerin, harika bir yaşamı sürdürmenin keyfini çıkarırlar. Tüm toplum futbolcuya imrenir. Oysa futbolcunun en yetenekli olduğu topu kullanma becerisini sergilerken ürettikleri dışında hiçbir hakkı yoktur. Ne maç, ne antrenman programı yapabilir. Kulüpler ya da Federasyonlar izin verdiği ölçüde konuşabilir, özel yaşamını bile toplumun biçimlendirdiği şekilde yürütebilir. İstediği zaman sevişme, istediğinde gezme, istediğinde uyumama hakkına bile sahip değildir. Eğer bunları yaparsa zaten futbol onu dışlar ve yok eder. 
Ama futbolcu bu düzenden memnundur. Çünkü yetenekleri ona devasa bir servet kazandırır. Gerçi bu devasa serveti elde edenler devedeki tüy sayısı kadar bile değildir. Ama vitrinde onlar vardır. Gazeteler, televizyonlar, koca koca insanlar hep bu vitrindeki süs eşyası kabul edilenleri konuşur. Onların başarıları, başarısızlıkları, çıkışları, çakılışları anlatılır. Milyarlarca futbolsever de adeta onlarla çıkar, onlarla çakılır. Hiç kimsenin umurunda değildir arka planda, dar sokaklarda, gölgedeki milyonlarca yarı aç yaşayan ve yıldız olma hayaliyle hayatlarını heba eden genç futbolcular. Kapitalizmin temel yasasıdır. Küçük bir azınlık pastanın yüzde 99’unu yutar, devasa insan yığınlarına ise yüzde 1 ile yetinir. Futbolda da sistem böyle işler ve vitrindeki zenginleşmiş futbolcu için çalınan özgürlüğünün, arkadaki milyonlarca aç meslektaşlarının hiçbir anlamı yoktur. Kapitalizmin kutsadığı para onun için de tanrıdır çünkü!...

PARALI BAŞKAN VE YÖNETİCİLER EL ÜSTÜNDE TUTULUNCA

Futbol endüstriyel kabul edilmediğinde, genellikle profesyonel kulüp başkanları, futbola ilgi duyan, amatör kulüplerde de uzun yıllar çalışan, eli cebine giderken titremeyen kişilerdi. Sonra endüstriyel futbol bunları adım adım dışladı. Kulüplerin içini mafya, siyaset uzantıları ya da müteahhitler doldurdu.  Bu kimlikler egemenlik kurduğunda da kulüplerin her alandaki yanlış politikalarıyla birlikte borçları yükselmeye başladı. Özellikle kulüpleri kendilerine bağlamaya çalışan, futboldan bihaber bu kişiler yerden mantar gibi bitti ve yaptıkları harcamaları borç hanelerine yazdırdı. Sonuçta kulüplerle, futbolu bilen, onun rekabetçi ruhunu yaşayan gerçek yöneticilerle kedi-fare oyunu oynayacak noktaya geldiler. İstedikleri gibi at oynattılar. Futbolu hiç bilmemelerine rağmen, “Aman başkan, canım başkan. Sen olmazsan, bizim halimiz tarumar. İyi ki varsın” sloganları arasında ayakları yerden kesilen bu kişiler artık kitlelerin malı olması gereken kulüplerin sahibi gibiydiler. Cebi paralı, eli açık bu futbol cahilleri, kulüplerin geleneklerini, göreneklerini, misyonlarını, vizyonlarını yerle bir ettiler. 
 Bu cüzdanları şişkinler para verdikçe, kulüplerin hem onlara, hem de satın aldıkları futbolculara, menajerlere ya da bonservis ödediklerine borçları katlanmaya başladı. Birçok müteahhit-mafya-siyaset uzantısı başkan ya da yönetici de bu işin altından kalkamayacağını gördü. Alacaklarını tefeci faizleriyle aldılar ve köşelerine çekildiler. Onların bıraktığı boşluğu daha makul gibi gözüken ama futbol kulübü kültürünü özümsememiş, içinden gelmemiş, ya da bu noktada bir bilgi edinme yoluna gitmemiş kişiler devreye girdi. Bu hem Federasyon başkanları, hem de kulüp başkan ve yöneticileri için geçerliydi. 
 Ardından kulüplerin gelirleri artmaya başladı. Kombine biletler, lisanslı ürün satışı, loca satışı, naklen yayınlardan gelen inanılmaz rakamlar, isim hakları, iİddaa, loto-toto gelirleri, reklamlar, sponsorlar, uluslararası organizasyonlardan gelen devasa paralar devreye girdi. Gelirler rekor üzerine rekor kırarken, ne hikmetse kulüplerin borcu da katlanarak büyüdü. Çünkü futbolun büyüsünden yararlananların hemen hemen hiçbirinin derdi kulüplerin ya da futbolun gelişimi, onun kültürünü, misyonunu sürdürmesi, topluma doğru mesajlar vermesini sağlamak değildi. Onların cehaletiyle, transfer piyasasını yönetenler, futbolcu satışlarını organize edenler,, medyayı ve diğer kitle iletişim araçlarını, bunların yanında kendine taraftar diyen kitleleri öyle güzel kullanıyorlardı ki, futbolla, kulüp yönetimiyle uzak yakın ilgisi bulunmayan başkan ya da yöneticileri avuçlarının içinde oynatıp piyasayı yükselttikçe yükselttiler. Şampiyonluk rekabetini kızıştıranlar, kulüplerin devasa bütçelerine rağmen yoksullaşmalarına neden olurken, ekonomik açıdan kazanan ise hep futbolcu, menajer ve futbolcuyu satan kulüpler oldu. Ama yüksek fiyatla futbolcu satan kulüpler de, farklı farklı oyuncu transferiyle bu paraları çarçur etmekten geri durmadı. Bu kısır döngü sürgit devam etti. Sanki en pahalı, en şöhretli, içi geçmiş ama geçmişi de parlak futbolcuları kadrosuna katan, teknik direktör olarak pahada ağır, aidiyet duyusunda, yaratıcılıkta ve liderlikte zayıf yabancı, yeri isimleri yüksek ekonomik bedellerle bünyesine katanlar şampiyon olacaktı. 

 SEÇİLEMEME KORKUSUNUN YARATTIĞI TAVİZLER 

Dramatik olan şu ki her kulüp bu pahalı futbolcu transferini ve ismi bilinen yabancı teknik direktörleri kadrolarına katıyordu. Yani aynı yollu izleyip, şampiyon olma hayali kuruyordu. Oysa bunca yatırımı yapan kulüplerden yine sadece biri şampiyon olacak, biri de kupayı kazanacaktı. Diğer tüm kulüpler başarısız sayılacaktı. Bunun yanında özellikle ülkemizde kendi insanına güvenmeyen, inanmayan, aşağılık kompleksli yöneticiler ve yerli teknik adamların yanında, kendi kültürünün daha üstün olduğunu düşünüp kurtuluşun yabancı teknik direktörlerle yabancı yabancı futbolcuda olduğuna inandı, toplumu da inandırdı 1980’lerin başında yabancı futbolcu sayısı 1’le sınırlıydı. Sonra 3’e çıktı. Yetmedi… Kulüpler 5 istedi, Federasyon, “Emredersiniz” diyerek hemen 5 yabancı uygulamasını hayata geçirdi. Seçimlerde kaderleri özellikle Süper Lig kulüplerinin elinde olduğunu düşünen ve müteahhitlikten ya da iş insanlığından bozma TFF başkanları, yöneticileri, kulüplerin başkanlarını ya da taraftarını kıracak, üzecek, başarısızlığın faturasını onlara yıkacakların karşısında bırakın ayakta kalmayı, dizlerinin üstünde bile duramadılar.
 Adeta önlerine yattılar. Yabancı sayısı 5+3, sonra 6+2’ye çıktı. Yetmedi, 8 yabancı oynatma kararı verildi. Bu da yetmedi ve 8’i sahada olmak üzere 14 yabancıya izin verildi. Ama kulüpleri yöneten, basiretsiz, yeteneksiz yönetici ve başkanlar arasında başarısızlığın faturasını hep başkalarında arayanlar, “Elimizdeki yabancılar yetersiz, yenilerini almamız gerekiyor” dediler ve Federasyon bu kez 14 yabancıya lisans çıkarılabileceğini ama çok daha fazla yabancı oyuncuyla sözleşme yapılabileceğini karara bağladı. Futbol Federasyonu o kadar ilkesiz, o kadar bilgiden ve dirayetten yoksun yönetim sergiledi ki, altyapıdan sahada iki, kulübede iki altyapı oyuncusu barındırma, bunu her yıl kademeli olarak artırma kararından dönmekte hiçbir sakınca görmedi. Kendi çocuğuna, gencine yatırımın yerine, yabancıya büyük paralar ödeme aymazlığının en önemli parçası oldu. Altyapı eğitimi konusunda bir bütünlük sağlanamadı. Okul-aile-kulüp işbirliğini ülke geneline yayıp, doğru eğitim, öğretim politikalarıyla kendi çocuklarına yatırım yapmaktan kaçındı. 
Futbol Federasyonu her dönem bizzat siyaset kurumu tarafından basiretsiz, korkak, emir erliği yapacak kişilere teslim edilince, tabii ki yeteneksiz, birikimsiz, kültürsüz, sadece kapitalist tüketim toplumunun iş insanı payesi verdiği, kendi yetenekleriyle değil, iktidarın yol vermesiyle zenginleşen ve her şeyin parayla alınıp satıldığı koşulları içselleştirmiş başkan ve yöneticilerde bunu kullanmaktan geri durmadı. Hatta tehdit aracı oldu. Sorunun çözümünü hiçbir zaman farklı alanlarda aramadı. Nerede hata yaptıklarını hiç sorgulamadılar. Pahalı ve yabancı transferi ne kadar yaparlarsa o kadar başarılı olacaklarını düşündüler. Aynı deneyi yapıp, farklı sonuçlar beklediler. Bozuk saatin, 24 saatte iki kez doğruyu gösterdiği gibi, birkaç kez hedefe ulaştıklarında doğruyu yaptıklarını sandılar.  
Oysa futbola gerçek anlamda kattıkları, ülkeyi dünya ölçeğinde saygın hale getirip getirmediklerini sorgulamadılar... Türkiye’nin futbolda en küçük bir marka değeri yaratıp yaratmadığına bakmadılar bile… Kulüpleri yönetenlerin altyapı akıllarına sadece ekonomik kriz ya da iflas yaşadıklarında geldi. Kurtuluşu burada aradılar. Aslında asıl kurtuluşun bu olduğunu da gördüler ama ne hikmetse ekonomik olarak biraz düz bastıklarında, kötü günde sarıldıkları altyapıyı anında terk ettiler. Yüzleri bile kızarmadı. 

 SİYASETİN SORUMLULUĞU YÖNETENLERDEN BİLE BÜYÜK

Siyaset tüm bu olup bitenleri teşvik etti. Futbol sözde özerk ama Federasyon başkanlarını, yönetimlerini, kurul başkan ve üyelerini seçen hep siyaset kurumu oldu. Bu da yetmedi. Siyaset, kulüplerin başkanlarını, yöneticilerini belirledi. Hatta teknik adamlarına karıştı, kimin hangi takımı çalıştıracağının işaretini verdi. Siyasetin alanı halkın sorunlarını olduğu gibi futbolun sorunlarını da çözmek olmadı. Hatta sorunları içinden çıkılmaz hale getirip, tümüyle kendine mahkum etmeyi  gereklilik saydı. Halkın sorunlarını çözememenin ezikliği ile futbol kulüplerine, onların statlarına yatırımlar yaparak, vergiden muaf tutarak, sürekli ama sürekli kredi vererek, hatta transferlerinde bile aracı olarak oy devşirme peşinde koştular. Bugünkü iktidar her konuda, “Yerli-milli” edebiyatı yaparken, halkın tüketiminde hep ithalatı seçtiği gibi, futbolda da tüketimin körüklenmesini, kulüplerin kendi kimliği ve kültürünü terk etmesi, tamamen yabancılaşmanın manivelası oldular. Ne yazık ki geçen yıl yabancı sayısının azaltılmasını isteyen siyaset kurumu, genel seçim nedeniyle daha sonraki süreçte kulağının üzerine yattı. Yabancı sayısının daha da artmasına sessiz kalarak kendi çocuklarına tarihin en büyük kötülüklerini yapmaya devam etti. 
Ya muhalif partilere ne demeli… Onlar da evlere şenlik bir politika izliyor futbola karşı... Futbol asla sadece futbol olmamasına ve toplumun tüm katmanlarının iliklerine kadar işlemesine rağmen, muhalefette de spor kulüplerinin sorunları, açmazları, yetersizliklerinin yanında üretimlerini artırmaları, yeni stratejiler geliştirmeleri gerektiğine dönük tek bir açıklamalarına bile rastlanmadı. Bir raporlarını duymadık, görmedik. Toplumun bu kadar yakından ve kitlesel olarak ilgilendiği bir alanda, yaşananları sorgulayan, tavır koyan bir tek muhalefet partisi ya da yöneticisi olmaz mı? Sadece geçtiğimiz dönem meclisten geçen Spor Yasası’na karşı çıktılar. Nedeni ise iktidarın kulüpleri arka bahçesi yapacağına dönük korkularıydı… Ya bırakın arka bahçeyi, kulüpler iktidarın ön bahçesi çoktan oldu ama onların bundan bile haberi bile olmamış! Muhalefetin de korkusu tıpkı iktidar kanadı gibi kulüp taraftarlarının tepkisini çekmemek, iyi çocuğu oynamak ve oylarda muhtemel düşüşün önüne geçmek peşinde… 
Yani al birini vur ötekine…

TEKNİK DİREKTÖRLERİN DERDİ STATÜ VE PARA KAZANMAK

Teknik adamlar ise sadece kendi lüksleri için yaşadılar. Oyuncu üretme, altyapıyı fabrika haline getirme, ülke futbolunun geleceğinde ismini altın harflerle yazdırmayı değil, ceplerini altınla, dövizle doldurmanın peşine gittiler. Lüks otomobillere, harika konutlara sahip olmak istediler. Onların cepleri, kasaları, banka hesapları dövizlerle tıka basa dolarken, bir yandan da durmadan ama durmadan yabancı transfer istediler. Bir dönemler tarlalarında boy verdikleri futbol altyapılarına sırtlarını döndüler. Hatta bu altyapıların kapatılması halinde bayram yapacak kadar azgınlaşan bir tavır içine girdiler. Transfere 100 milyonlarca dolarlar harcanarak, kulüplerin içlerinin boşaltılmasında baş rol oynadılar. Hiçbiri kendini riske etmedi. Riske edenler de yok olup gitti.
Çünkü onlar da futbolun ve ülkenin gerçeklerine yabancıydılar. Onlar da tüketim toplumunun birer maşasıydılar. “Edüstriyel futbolun gereği bu” safsatasına inandılar, halkı da buna inandırdılar. Bir teki, “Kral çıplak” diye bağıramadı. Cesur, üretken, yaratıcı, vizyonu geniş tek teknik adamımız olmadı. Sadece Avrupalı meslektaşlarını takip ettiler. Onlar futbola yeni bir yorum getirirse hemen çalıntı yaptılar. Onların ürettiklerini uyguladılar. Bir bakın bakalım, merhum Özkan Sümer’in, “Şok presi” dışında, hiçbir teknik adamın futbola getirdiği yeni bir yorum var mıdır? Bir tek teknik adamımızın, dünya futboluna kazandırdığı farklı bir sistem bulunur mu? 
Bulunmaz, çünkü onlar da sistemden beslenirken, evrensel değerleri benimsememiş, futbolu gerçekte sevmemiş, sadece para ve lüks yaşam, bir de statü aracı görmüş, kendilerini ülkeye ve topluma karşı sorumlu hissetmemişler… Bu sorumluluk duygusunu taşımayanlar, ülkeye ve topluma karşı kendilerini sorumlu hissetmeyenler, üretemez, gelişemez ancak kopyacı olur. 
Tıpkı bizim teknik direktörlerimiz gibi…

HAKEMLERİN TARAFTAR GİBİ MAÇ YÖNETMESİ

Kuşkusuz bir futbol maçının hakemsiz oynanması düşünülemez bile…. Hakemler adil, tarafsız, objektif ve gördüğünü çalabilen, bayrak kaldırabilen, vicdanlı insanlar olmalıdır. Ne yazık ki futbolun tarihsel süreci içinde en fazla günah keçisi ilan edilenler de bu kesimlerdir. Kulüp başkan ve yöneticileri, kendi başarısızlıklarını örtme aracı olarak hakeme saldırıyı en mantıklı eylem olarak görür. Taraftar, tamamen kendi takımına odaklandığı ve asla objektif olamadığı için hakemin aleyhlerine tek düdüğünü bile maçın kaybedilme sebebi sayar. Saldırmak ister, hakemleri linç etseler doymayacak on milyonlarca sözde futbolsever barınır ülkemizde.. Ama hakemlerin büyük bölümü de gerçek anlamda eğitimlerini almazlar. Kendilerini geliştirmeyi düşünmezler. Yaptıkları işin ne kadar zor ama bir o kadar da onurlu olduğunun farkına bile varmazlar. Üst düzey hakem olabilmek için yeteneklerine değil, ilişkilerine önem verirler. Her biri bir takım taraftarıdır ve maçları yönetirken de o taraftar kimliklerini stadın dışında bırakamaz. Bilerek, isteyerek çaldıkları yanlış bir düdüğün bir kulübü ne kadar kötü etkileyeceğinin vicdani muhasebesini yapmaz. Onun kaliteli maç yönetiminin, ülke futbolcunun marka değerine katkısının büyük olacağını fark etmez. Kendi mesleki örgütleri içinde de sadece yükselmeyi hedeflerken, başka meslektaşlarının sırtına basmaktan geri durmazlar. Oyun içinde oyun oynamaktan vazgeçmezler. Futbolun egemenlerin hizmetkarı olmayı başarının kriteri sayarlar. 
Ve bunun sonucunda da futbol endüstrisinin en sevimsiz kesimi haline gelirler, bunu da umursamazlar. 
Sonuçta futbolun marka değerine büyük zarar verirler. 

TARAFTAR VE MEDYANIN SORUMLULUĞU AZ DEĞİL 

Taraftarı konuşmaya bile gerek yok… Özellikle saf, temiz, parasını verip maçları izleyen, dekoder alıp takımlarını TV’den takip edenler, lisanslı ürünlerle evlerini doldurup kulüplerini yaşatmaya, katkı vermeye çalışanların çok büyük bölümü ne yazık ki yönetimleri, teknik adamları, futbolculara, menajerlere, diğer kulüplere ödenen paraları sorgulama yeteneğinden yoksun. En önemli dertleri, takımlarının kazanması ve futbol aracılığıyla kendilerini mutlu, gururlu, üstün görmek… Bu kesim takım kaybettiğinde, dünyaları başlarına yıkılan, kazandığında da cennetin kendilerine müjdelendiğini hissedenlerdir. Ama kulübün ekonomik, kültürel, sosyal ve prestij açısından batağa saplanıp saplanmadığına bakmazlar bile…
Taraftar gruplarının da büyük bölümü, tribünlerde bağırmalarının, deplasmana gitmelerinin bir bedeli olduğunu düşünür ve artık takım taraftarlığı onlar için bir rant aracıdır. Para alır, futbolcu karşılarlar. Cepleri doldurulur, siyasetin oyuncağı haline gelirler. Banka hesaplarına aktarma yapan başkan ya da yöneticilere sonsuz destek verirler. Tabii ki takım kazanınca sevinirler, kaybedince üzülürler ama, “Taraftar kendini verendir, kendinden verendir, karşılıksız sevendir” sloganı umurlarında bile değildir. 
 Medyayı anlatmaya gerek bile yok… Kulüpler borç batağında debelenirken, Avrupa arenasında yokları oynarken, onların tek derdi futbolcu ve teknik adam transferidir. Takip ettikleri takımların taraftarlarıdır ve tribündeki taraftarlardan bile daha fanatik, bilgi dağarcıkları da kısıtlı olduğu için pahalı, yıldız eskisi transferlerde histeri krizleri geçirirler. Yönetimler az transfer yaptığında en çok bunlar bağırır. En çok onlar kulüplerin daha da borçlanması ve ilkel futbol oynanmasının nedeni olurlar. Yaptıkları yorumlar, haberler hep beyinsel fonksiyonların zayıflığının eseridir. Duygusaldır ve işlevsizdir. Yönetenlerle, teknik adamlarla, futbolcularla, menajerlerle akçalı işlere karışanların sayısı bir hayli fazladır. Tabii ki arada kaliteli, işi doğru bilen ve kulüplerin düzgün yönetilmesini isteyenler de vardır ama bunlar seslerini hiçbir şekilde duyuramazlar. Zaten etkili olduklarında da anında boyunları vurulur. 
Sonuç mu?
Ve Halil Umut Meler gibi ülke hakemliğinin yüz aklarından biri olan isim, bizzat bir kulüp başkanı tarafından sahanın orasında maç sonu yumruklara ve yerde yatarken insanların tekmelerine maruz kalınca ortalık toz duman oldu, herkes ayaklandı. Futbolun tüm paydaşları yarattıkları bu şiddet ve dehşet ortamından yağdan kıl çeker gibi kendilerini kenara atıp, tek suçlu olarak yumruk atan başkanı görerek kınama üzerine kınama mesajları yayınlandılar. Futbolumuzun belirsiz bir süre tatile girdiği TFF tarafından ilan edildi. 
Gerçekten yazık!
Ülkemizde kapitalizmin “telafi etme” ve “dengeleme” yöntemi için çok iyi kullandığı futbolumuz Avrupa’nın ve Güney Amerika’nın çok gerisinde, kulüpler iflasın eşiğinde, kendi tarihsel kültürlerine tamamen yabancı bir yapısal bunalımın eşiğinde debelenip duruyor ve bir hakemin, futbol kültüründen yoksun kulüp başkanı tarafından yumruklanmasıyla yeni bir boyut kazanmış görülüyor.
Suçlu kim mi? 
Hepimiz!
Yakın bir gelecekte batırdığımız ama sözde canımız kadar sevdiğimiz futbolu nefret edilen bir meta haline mi getiririz, kılına zarar gelmesini istemediğimiz kulüplere kayyum mu atanır, yoksa Arap Şeyhlerine mi satılır? Bunları yaşama konusu da sadece bir zaman meselesi!
Umarım yanılırım!