Prof. Dr. Celal TEKİNBAŞ
Bugünkü haberleşme araçlarının hiçbirinin olmadığı bir dönemden bahsediyorum. İletişimin tek yönteminin yüz yüze olduğu yıllardı o zamanlar. Her köyde okulun olmadığı, olanlarında ise çoğunlukla tek ya da iki öğretmenin görev yaptığı derme-çatma binalarda sürdürürdük eğitim öğretim faaliyetlerimizi.
Bugün ile kıyaslandığında çaresizlik gibi görünen bu durum, o günleri yaşayan bizler için çok farklıydı. Zira yaşadığımız ve şahitlik ettiğimiz bütün hadiseler ufkumuzu açar ve dünyamızı zenginleştirirdi. Üstelik bu dünyada paylaşım, empati ve merhamet kendisine müstesna bir yer bulurdu.
Kollektif yaşamın zaruri, sadece insanların değil canlı-cansız tüm çevrenin içinde ve ayrılmaz bir bütün olduğu o eski dünyamız, yaşayarak öğretti bize birçok şeyi. Doğanın bütün cömertliğini sergilediği o yıllarda sadece zamanın yetmediğinden şikâyet ederdik. Zira her daim yapacak keyifli bir işimiz olurdu. Yemek, içmek ve diğer zaruri ihtiyaçlarımız geçiştirilmesi gereken tali meselelerdi. Sabahın olmasını heyecanla beklerdik. Günün aydınlanması değildi yeni bir güzelliğe gözlerimizi açmamızı sağlayan. Ahırdan gelen horoz haykırışı, tavuk gıdaklaması ve ineklerin böğürmesi asla sektirmezdi tan yerinin ağarmasını. Bizlerde bir heyecan bir heyecan ki deme gitsin. Duramazdık yataklarımızda. Hele her şeyimizi paylaşabileceğimiz bir kardeşimiz varsa değmeyin keyfimize...
İlk işimiz evden dışarı atmak olurdu kendimizi. Tavukların olduğu ahır öncelikli uğrak yerimizdi genellikle.Kapılarını açtığımızda etrafa yayılan en değerlilerimizin güzellikleri hiçbir zaman gitmez gözlerimin önünden. Hele Gosi (Anaç tavuk) ve cücükleri (civcivler) varsa onlara ayrılan zamanın hiç bitmemesini isterdik. Cücüklerin gün gün izlerdik büyüme süreçlerini. Adeta biz de büyürdük onlarla. Engelleri aşmasından karınlarını doyurmaya kadar yardımcı olmak inanılmaz bir hazdı aynı zamanda bizim için. Annelerinin bu minnacık güzellikleri büyütmesi ve eğitmesi bizi de olgunlaştırırdı. Bu durum sanki eğitim öğretimimizin çok önemli bir parçası gibiydi. Anneleri konuşurdu onlarla ve bizimle. Her ses tonu ayrı bir cümle gibiydi. Yavrular gibi biz de öğrenirdik sevgiyi, korkuyu, kızmayı, saklanmayı, tehlikeyi, bolluk bereketi, yekpare zannedilen zengin anaç tavuk dilinden. Yavrularda duygu dünyasını annelerine ifade ederdi çoğumuzun sadece cik cik olarak duyduğu o tılsımlı kelimenin vurgusuyla. Bu dili öğrenen biz de anlardık açlar mı, korkuyorlar mı, yorgunlar mı, uykulular mı, kayboldular mı?
Onlar gibi bizler de doğa ve doğallığın merkezinde yaşıyorduk. Şimdiki çocuk ve gençler gibi dört duvar arasına sıkışan sanal bir dünyada ömrümüzü geçirmek gibi bir açmaz ve çıkmazın içinde değildik. Yaşadığımız her şey doğal, samimi, sahici ve içtendi. Tabiatın tüm güzelliklerinin ortasında, birleşerek, bölüşerek bazen de didişerek ama sonuçta anlaşarak geçirdiğimiz günler hem duygu hem de düşünce dünyamızı bencillikten uzak sevgi ve saygıyla dolduruyordu.
Abi ve ablalarının gün boyu özgürce ama belli kurallar çerçevesinde ve bir düzen içerisinde yaşadığı dış ortam onlar için biraz kısa sürmek zorundaydı. Zira ana kuzuları tehlikelere daha hazırlıksız ve dayanıksızdı. Karşılarında kedi tugayları, doğan ve şahin uçakları ve kemirgenler alayı gibi süper güçler vardı. Anneleri tek başına dirense de mücadele edemezdi çoğunlukla bu büyük ordularla. Gerçi asla pes etmezdi. Cesareti ve yüreği sanki tek başına bir ordu gibiydi. Zira anneydi o. Söz konusu olan kuzucuklarını korumaktı. Kayıp vermemeliydi.
Civcivlerle ve doğayla hemhal olan hayatımızın bu en müstesna dönemi sadece güzellikler değil bazen büyük dramlar da yaşamamıza sebebiyet veriyordu. Öyle ya bir hastalık bir ölüm vardı işin ucunda. Ölümün olduğu yerde hiçbir fani rahat olamazdı. Gidenin arkasından hüzün kalırdı kalanlara. Çocuk kalbimizle hayatın geçiciliğini yaşayarak öğrenirdik kaybettiğimiz değerlilerimizin sayesinde.
Gün gün büyürken geçirdikleri aşamaları bir bilim adamı titizliği ile takip ederdik. İlk kanat çırpışlarından ilk kavgalarına, seslerindeki değişime, ilk haykırışlarına tanık olurduk sevinç ve heyecanla.
Bütün takım çok müstesna bir eğitici tarafından hazırlanmıştı yaşama. Gosinin eğitim tarzında hasar vermeden tecrübe edindirme, zarar vermeden uyarma, sevgi ve öfkeyi yerli yerinde kullanma vardı. Kuluçka makinesinde üretilen yavrular gibi anarşist, bencil ve duyarsız olmamaları için gerekli bütün çabayı gösterirdi. Anaç tavuk civcivler protein ihtiyaçlarını karşılasın diye toprağı eşelerken ilk zamanlarda yavrular annelerinin bacak darbesi ile etrafa savrulurdu. Tavuğun umurunda bile olmazdı bu durum. Zamanla yavrucuklar ahenk içerisinde toprak eşilirken uzaklaşmayı, yemler toprağın altından üstüne çıkarıldığında ise alana üşüşmeyi ve yemleri toplamayı kuralları ile öğrenirlerdi. Karınları doyup dinlenme ve uyumaya geçme aşamasında annelerinin kanatlarının altı güvenli bir yuvaydı onlar için.
İlim, irfan ve tecrübe sahibi bir eğitici tarafından eğitilen bebeler büyüdüklerinde de kolektif yaşamayı hayat felsefe olarak görürülerdi. Birlikte gezme, yeme içme korunma kollanma ve savunma hem onları daha güvenilir hale getirmekte hem de yaşamlarını kolaylaştırmaktaydı. İnsanoğlu da böyle değil miydi? İyi bir aile ve çevre de yetişen ve de irfan sahibi kimselerden eğitim alan çocuklar ileri ki yaşamlarında daha başarılı, mutlu ve çevresiyle sulh içerisinde daha faydalı olmuyor muydu? Büyüyüp alımlı hale geldikçe bütün faniler gibi onlar da uzaklaşırdı bakıp-büyüten, koruyup-kollayan hamilerinden. Bazen dövüşürlerdi bile onunla. Çocuk kalplerimizin berraklığı ile üzülürdük bu duruma ve her zaman annelerine yardımcı olmak isterdik. Onlardaki bu gelişim ve değişim sürecini izlerken bizlerde çocukluğumuzu, gençliğimizi ve yetişkinliğimizi yaşardık sanki.
Yetişkin oldukça, sakinleşmek yerine paylaşım kavgasına tutuşmalarını hayret ve ibretle izlerdik. Bir geçmişleri, bir de bugünleri gelirdi aklımıza. Ahır aynı ahır, tarla aynı tarla, bahçe aynı bahçe, hava aynı havaydı ama hırslar almıştı uzlaşmanın yerini. Tek kavga eden onlar değildi. Onlarla birlikte kardeşim ile ben de onları paylaşmanın kavgasına tutuşurduk. Oysa küçükken hepsi hepimizindi. Anlıyorduk ki büyümek sadece onları değil bizi de bencilleştirmişti.
Bir nevi küçük bir dünya gibiydi yaşadıklarımız. Kendine yeter hale geldiğini düşünenler başkalarının yaşam alanına tecavüz ediyordu. Sessiz ve tepkisiz çoğunluk bu kavgayı ya izliyor ya da güçlüden yana taraf oluyordu. Bizler de daha adil, yaşanabilir kavga ve savaşlardan uzak dünya hayalimizi bir başka bahara havale ediyorduk.