100 Maymun Deneyi;
‘‘Doktor Lawrence Blair ve Lyall Watson’ın 30 yıl boyunca maymunları gözlemleyerek gerçekleştirdikleri deney, Pasifik Okyanusu’ndaki Koshima adasındaki maymunlar üzerinde yapılıyor.1952’de bilim adamları adaya tatlı patates bırakıyorlar. Patatesler kumlu olduğu için maymunlar rahatsız oluyorlar, ancak kumlu yemeye devam ediyorlar.18 aylık maymun İmo, patatesi su birikintisinde yıkamayı akıl ediyor, sonra annesine öğretiyor. 6 yıl sonra tüm genç maymunlar patatesleri yıkayarak yiyor, yaşlı olan ve statüsü olan maymunlar genç maymunlardan bir şey öğrenmeyi reddettiklerinden kumlu yemeye devam ediyorlar.6 yılın ardından 1958 Sonbaharında patatesini yıkayan 100. maymundan sonra birden her şey değişiyor. O maymundan sonra adadaki genç-yaşlı bütün maymunlar birden patatesi yıkayarak yemeye başlıyor. 100. maymunun enerjisi bir devrim yaratıyor. Asıl şaşırtıcı olan ise diğer adalarda bu maymunlardan bağımsız yaşayan başka maymunların da patateslerini yıkayarak yemeye başlamaları oluyor. Bu deney defalarca deneniyor ve her defasında aynı sonucu veriyor.’’
Bilim insanlarının bu ve buna benzer deneylerle ispatladığı hayvanlar üzerindeki ortak bellek ve kazanılmış bilinç deneyleri insanlar üzerinde henüz denenmese de aklımıza şu soruyu getiriyor. Birey içinde yaşadığı toplumu değiştirebilir mi?
Nietzsche’ye göre insanoğlunun doğasında bireysel yapılanma var.
‘‘birey güçbela kendi kısacık ömrüne odaklanır. Kendi diktiği ağaçtan kendi meyvesini koparmak ister; bu yüzden artık, bir yüzyıllık sabit yönelim talep eden, uzun nesiller silsilesi için gölge sağlaması planlanan ağaçlar dikilmez.’’
Freud’un uygarlıkla bireysel varoluş arasında kurduğu ilişkiyi “Uygarlık, insan içgüdülerinin sürekli boyun eğdirilişi üzerine dayanır.” sözüyle özetlemek mümkündür. Freud, bireyin bu acı çekme sürecini kaçınılmaz ve değiştirilmez olarak görmektedir. Bu durum birey ile toplum arasında bir çatışmaya neden olmaktadır. Çünkü insanın dürtü gereksinimlerinin özgür doyumu uygar toplum ile bağdaşmaz. Uygarlıkta ilerlemenin önkoşulları ise bireysel vazgeçme ve arzuları ertelemedir. Kitleler tembel ve eğitimsiz olduğu için dürtüsel özveriyi hiç sevmezler; bunun kaçınılmaz olduğu savıyla da yetinmezler ve onları oluşturan bireyler disiplinsizliklerini özgür bırakma konusunda birbirlerini desteklerler. Bu nedenle kitle bir seçkin ve donanımlı bireyler tarafından yönetilmelidir. Yani Freud uygarlığın düzen içinde sürdürülebilmesinin önündeki engeli iki nedene bağlamıştır: İnsanların kendiliğinden çalışmaya hevesli olmamaları ve onların arzu ve dürtülerinde vazgeçmek istememeleri. Bireysel gelişmenin arzulardan kurtulamayacağını ve bireyin toplumsal sorumluluklarının kontrol altında ve disiplin içerisinde sürdürülmesini savunmuştur.
‘‘Arzularımız, kolektif yapılanma gerekliliğimiz önündeki en büyük engeldir’’
Etrafınıza iyi bakın. Ne zaman bir insan arzuladığı şeyleri gerçekleştirmekte başarısız olsa, öfkeyle haykırmaya başlar. ‘Mahvolsun bütün dünya!’
Arzularımızla yönlendirildiğimiz bir dünyada ben başaramadıysam kimse başaramasın düşüncesinin içinde yitip gideriz. Arzularımız bizi tatminli seviyesine ulaştırmak için her türlü ahlaki kuraldan uzak hareket eder. Kolektif bilinç kültüründe hayatımızdan çıkarmamız gereken ya da dizginlememiz gereken düşünce Arzularımızdır.
‘‘Arzuların törpülendiği ve kontrol altına alındığı bir dünyada ihtiyaçlarmış paylaşılabilir olan.’’