Siyaset doğası gereği rekabetçi bir süreçtir. Hem de salt karşıtlar arasında değil, aynı tarafın bileşenleri arasında bile rekabet güçlü bir biçimde sürdürülür ve siyasal süreçler bu çok boyutlu rekabete göre şekillenir.
Rekabetin kaçınılmazlığı, en baskıcısından en demokratik olanına varıncaya değin tüm modeller için değiştirilemez bir gerçeklik. Aslında sistemlerin baskıcı bir yapıya evrilmesinin önemli nedenlerinden biri, iktidar için rekabet edebilecek diğer aktörlerin bastırılması ve potansiyel rekabet tehdidinin elimine edilmesidir. Neticede rakipler bir şekilde saf dışı bırakılabilir ama rekabet olanca gerçekliğiyle varlığını sürdürür. Çünkü kazanan tarafın içindeki rekabet tüm hızıyla devam eder.
Türk Dil Kurumu sözlüğü rekabeti “aynı amacı güden kimseler arasındaki çekişme, yarışma, yarış” şeklinde tanımlar Bu tanımdan da açıkça anlaşılabileceği gibi, rekabet bir kavram ve süreç olarak siyaseti aşar ve neredeyse hayatın her alanına sirayet ederek “hayatın doğal akışı” benzeri bir genel kabule dönüşür.
Bu biçimiyle rekabet sadece kaçınılması mümkün olmayan bir zorunluluk değil, aynı zamanda arzulanan ve teşvik edilen bir olgudur. Örneğin ekonomide ve sporda verimliliği ve başarıyı sağlamak için, rekabet ortamının bozulmasına izin verilmez ve “adil rekabet” ortamını korumak adına kapsamlı bir hukuk sistemi, etik kurallar, gelenekler ve kurumlar geliştirilmiştir. Siyaset kurumunda ise; ekonomi ve spordaki kadar evrensel kurallarla donatılmamış olsa da belirli prensipler etrafında şekillenmektedir.
Bu bağlamda; adaleti sağlamaya ereklenen hukuksal prensipler, siyasi etik, siyasal kültür, teamüller ve kamu vicdanı… Siyasi aktörler arasındaki yarışta haksız ya da adil rekabet arasındaki hassas çizgiyi belirler. Peki, bu çizgi özellikle gücü elinde bulunduran iktidar tarafından aşılırsa ne olur? Bu sorunun yanıtını ülkemizdeki seçim sistemi açısından değerlendirdiğimizde, hukuk, etik veya siyasi teamüllerin adil rekabet ortamını koruyabilecek mekanizmalara ve olgunluğa ne yazık ki tam manasıyla sahip olmadığını görüyoruz.
Kuşkusuz ki siyasi rekabet salt seçimlerle sınırlı değildir. Bu nedenle ülkemizde siyaset alanında haksız rekabet sorunuyla hep karşılaşırız. Ancak, bizim sistemimizin güçlülerin her aklına eseni yapabildiği ve haksızlıkların yapanın yanına kar kaldığı bir yapıya sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ülkemizde haksız rekabet durumunda siyasi adaleti sağlayan en etkili mekanizma geç sonuçlansa da “kamu vicdanıdır.” Siyaseti bir mühendislik süreci olarak görüp, kamu vicdanını hesaba katmadan yürütülmeye çalışılan projelerin, İBB seçimlerinde olduğu gibi genellikle başarısız olması ve arzu edilenin tersi sonuçlar doğurması kamu vicdanının gücünün göstergesidir.
Siyasi haksızlıkların en çok mağdura yaradığını (kendi pratiğinden) çok iyi bilmesi gereken iktidar partisinin, yargıya müdahale anlamına gelebilecek uygulamalardan sakınıp, vakit geçirmeden Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına sadakati öne çıkartmalıdır.
Bugünün asıl meselesi, halkın bildiği ve yaşadığını halka anlatmak değil, halka aydınlık bir gelecek hayali kurdurabilmektir. Bunun için de haksız rekabet koşullarının ötelenmesi bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Bu bağlamda siyaseten güven kaybına uğramış, geleceği konuşmayı unutan bir halka yeniden “kuruluş” hayalini kurdurabilmek için ısrarcı olmak, “gerçekçi olup, imkansızı isteme” geleneğini sürdürmek gerekir.
Sevgiyle, dostlukla.