İnsan aklının örgütleyici gücünün yaratığı ve geçerliliğini her koşulda koruyan özelliğiyle, sıkça başvurulan devasa bir metafor aslında şu “devlet gemisi!”
Nedense bu betimleme, farklı mecralarda işler ters gittiğinde, yurttaşlara sürekli “aynı gemideyiz” metaforunu sayıklayan yöneticileri hatırlatır hep bana. Farklı pozisyonlarda olsalar bile, bir türlü vazgeçemedikleri yönetme tutkusuyla, yön duygusunu kaybetmiş, sorumluluktan azade, koltuklarına yapışmış hırslı ruhların ısrarla sürdürdüğü bir hezeyan!
Tıpkı, Sakallı Celal’in vurguladığı gibi;
-Bir geminin içindeyiz. Çevirmiş başını, doğuya doğru gidiyor. Biz içindekiler, geminin rotasından habersiz, baş güverteden kıç güverteye doğru koşuşarak sevinç çığlıkları atıyoruz.. “Batıya gidiyoruz diye.”
Kim mi Sakallı Celal? Kendi de, soyadı da Yalnız’dı… (1886-1962) Filozof, düşünür. II. Abdülhamit dönemi Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşanın, Sorbonne mezunu oğludur. Galatasaray Sultanisinden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret’in, “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin” dizesinde ifade bulan prensibe ne pahasına olursa olsun, yaşamı boyunca sadık kalmıştır. Onu hiçbir şey bükemedi.
Dilerseniz bu idealist mücadele insanını, bu filozofu birde arkadaşı Yusuf Ziya Ortaç’ın kaleminden tanıyalım;
“ Onu tanıdığım zaman benim yaşım yirminin, bir iki yıl üstündeydi. Onun yaşı otuzun, bir iki yıl altında! Benim bıyığım yoktu. Onun sakalı vardı. Güzel, uzun, altın kıvılcımlı, kumsal ışıklı bir sakal…
Celal’ın sakalsız yüzünü bilen yoktur. Sakallı mı doğmuştu acaba?
İlk arkadaşlığımız İzmit’te başlamıştır; Ben, edebiyat hocasıydım, o Fransızca. Mektepte sevdiğim, sevebildiğim iki kişi vardı; Öğretmen kadrosunda Celal, öğrenci kadrosunda Remzi Oğuz Arık. Birincisi, geçen hafta toprağa verdik. İkincisi, bir uçak kazasında, kafa ve gönül çapında yükseklerden düştü!
Celal ile dostluğumuz, aralıksız, küskünlüksüz, tam yarım yüzyıllıktır. İçimde, sık sık özlentisini duyduğum, aynı çeşnide tek insandı. Yunan tanrılarını andıran güzel başından geçmedik macera kalmamıştır. Kastamonu’da öğretmenken, futbol oynayan çocukları dinsizlikle suçlayan hocayı sokak ortasında dövmüş, ölümden zor kurtulmuştu. 31 Mart’ta, yine şeriat isteyenlere karşı, Hareket Ordusu’nun başında yürümüştü!
Maarif kadrosunda, galiba son görevi Ankara Lisesi Müdürlüğüdür. Bir gün, Milli Eğitim Bakanı (Şükrü) Saraçoğlu’ndan şu tezkereyi almıştı. “Bu yıl liselerimizden diploma alacak olanlar, üniversitenin talebe ihtiyacını karşılayamayacaktır. Bu zaruret karşısında, onuncu sınıf öğrencilerinin on ikinci sınıf imtihanına sokularak kendilerine diploma verilmesini rica ederim.”
Sakallı Celal, Maarif Vekilinin bu emrini aşağıda olduğu gibi yanıtlar:
“Cumhuriyetin ilanı ile mucize devri sona erdiğinden, onuncu sınıf talebesinin on ikinci sınıf imtihanına sokulmasına imkan görülememektedir.”
Tabii ki bu karşı duruşun ağır bedelin farkındaydı!.. Lise müdürü Sakallı Celal gitti, denizyollarının bir gemisinde ateşçi oldu. Gitti, bir incir kooperatifinde işçi oldu. Gitti… Hayır, hiçbir yerde rahat yoktu ona: Artakalan maaşını, dört çocuklu yarı aç arkadaşına verip, çalıştığı işte bilgisini arttıracak kitap getirtip okuyunca ona damgayı vurdular: Komünist!
“Ama Celal, Fikret’in çelik kılıcı yapısında bir adamdı: “Kıran da olsa kırıl sen, fakat bükülme sakın!” dediği adam. Onu hiçbir şey bükemezdi: Açlığın dayanılmaz gücü bile!..
Dünyadaki tek varlığı çantasıydı: Diş fırçası, çatal, bıçak, kaşık ve … kitap. Ekmeğe para bulamadığı günler, kitaba para bulurdu Celal!
En zeki, en ışıklı Türkçeyi Ahmet Haşim’le sohbetlerinde dinlerdim. Ne güzel, ne acı, ne insafsız hicvederlerdi birbirlerini!
Kızdığı zaman, mitolojinin ilahları gazaba gelmiş sanırdınız. Yobaz kafa karşısında Celal sahiden celallenirdi!
Bir gün bu dev adama Bab-ı ali yokuşunda rastladım. Hıçkırığa benzer bir gülüşle:
-Biliyor musun Ziya, dedi, eskiden bu yokuşu çıkarken şimdi inerken ki kadar yorulmazdım!
Tutumumuzu gidişimizi hiç, hiç beğenmiyordu. Kırgındı, kötümserdi.
Gülerdi… Galiba ağlamaktan utandığı için!..
Soyadı “Yalnız” dı Celal’in. Onun ölümünden sonra ben de yalnızım, her zamankinden daha yalnız!” (*)
Tek isteği vardı Sakallı Celal Beyin; Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan giderek aydınlık günlere ulaşması… Bu uğurda bir şeyler yapabilmek için hiç yüksünmeden mücadele hattının en önünde yer aldı. Sonuçları itibariyle belki de, yeterince yararlı olamamanın üzüntüsüyle göçüp gitti.
Ya bir de bu günleri görseydi?
Sevgiyle, dostlukla.
(*) Yusuf Ziya ORTAÇ/ Akbaba dergisi/1962