Özgürlük ve eşitlik sözcüklerinin değil içeriği, lafzından dahi ürküp panikleyen fincancı katırları, istedikleri kadar anti demokratik yöntemlere başvursunlar! Unutulmamalıdır ki gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır!
Kuşkusuz ki özlenip uğruna mücadele edilen salt özgürlük olmayıp, ‘eşitlikle sarmal bir özgürlük arayışıdır.’ Zira eşitlik ve özgürlük bir bütünün ayrılmaz iki parçası gibidirler, eşitlik alanı arttıkça, özgürlük alanı o denli azalır. Yani özgürlüğün alansal genişliği, eşitlik alanını aynı oranda daraltır. Oysa insanların ve toplumların özgürlüğe olduğu gibi, eşitliğe de gereksinimleri vardır. Bu nedenle bunları kaynaştırabilecek üçüncü bir kavrama başvurmak gerekmiştir…
İşte o kavram, “ayrımsız herkes için” adalettir.
Günümüzde artık, yurttaşlarına, toplumsal adalet ilkeleriyle yaklaşmayan bir düzenin yaşama şansı yok gibidir. Duruma bu açıdan bakıldığında ‘demokrasi’ ideal düzene erişebilme şansına sahip bir yönetim biçimi olarak görülmektedir. Bu bağlamda demokratik yaşam biçimi; toplumda adaletin başka bir değişle temel insan haklarının gerçekleştirilmesi için denetleyici işlevi olan bir sivil toplum düzenidir. Sivil toplum ise aydınlanmış, yetkin biçimde bilinçlenmiş bireyler gerektirir. Yoksa kendi zifiri karanlığında tepinen bir avuç kendini bilmez kendini sivil toplum yerine koymuş ne gam!
Hiçbir gücün sınırsız olamayacağını, yasalara, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmayı ilke haline getiren ünlü düşünür Montesquieu, “Kanunların Ruhu” adlı eserinde; üç yönetim biçimi ve bu üç yönetim biçimine denk düşen üç temel duygunun varlığını öngörür. Bunlardan;
-Cumhuriyet ‘siyasal erdeme’- Monarşi ‘şan ve şöhrete’ - İstibdat ‘korkuya’ dayanır.
Siyasal erdem; ‘Ülke ve toplum sevgisidir. Başka bir değişle ülke ve toplum çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmaktır. Siyasal erdem demokrasinin temel ilkesidir, onu ayakta tutan güçtür. Yasalara saygıyı ve bağlılığı sağlar.’
‘Toplum alt ve üst olmak üzere iki sınıf ayrılmıştı. Üst sınıfı, yöneticiler, soylular, din adamları gibi birçok ayrıcalıklı kesim oluşturur. Bunlar kendi durumlarını korumak ve ayrıcalıklarını pekiştirmek için sürekli bir savunma içindedirler. Bundan ötürü monarşinin ilkesi şan ve şereftir. Ayrıcalık azalınca ya da kaldırılınca monarşi bozulmaya başlar ve sonunda yıkılır.’
İstibdat ise; ‘Bir kişinin keyfince toplumu yönetmesidir. Bu yönetimde ne siyasal erdeme ne de şan, şerefe gerek görülmez. Daha ötesi başkalarının şan ve şeref kazanması zorba yönetim için tehlike oluşturabilir. Bu nedenle baskılamanın dayanağı korkudur. Ne var ki korku üzerine kurulan bir yönetim doğası gereği sakattır ve eninde sonunda yıkılmaya yargılıdır.’
Eksik ya da yanlışlarıyla yönetim biçimlerini tarifleyen Montesquieu, olağanüstü bir öngörüyle çağdaş bir devlette gücün ne anlama gelebileceğinin çerçevesini aşağıdaki sözleriyle çizer;
‘ Kendine yetki verilen her iktidar, bu yetkiyi sürekli kullanma eğilimindedir; bir sınırla karşılaşıncaya dek dilediğince kullanmaya devam eder. Oysa faziletin bile sınırlandırılmaya ihtiyacı vardır.’ Bu sınırlandırmayı kimin çözeceği sorgulamasını ise; “ iktidarın kötüye kullanımının önlenmesi adına yapılması gereken; iktidarı iktidarla (erkle) durdurmaktır!” şeklinde yanıtlar.
Montesquieu’ ya göre devlette üç çeşit erk vardır;
-Bunlardan ilki ‘yasama’ erki - İkincisi devletler hukukuna bağlı olan uygulama yetkisi - Üçüncüsü ise özel hukukla ilgili iş ve işlemleri ‘yürütme’ erkidir.
Yönetilenlerin yönetenlere karşı korunmalarını sağlamak ve dolayısıyla iktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için bu üç ayrı erk ayrı ellerde bulunmalıdır. Aksi takdirde “güçler ayrılığı” ilkesi işlemiyor demektir. Artık o ülkede özgürlükten, eşitlikten, adaletten, erdemden söz edilemez. Bu nedenledir ki Yasama- Yürütme- Yargı güçü ayrı ellerde bulunmalıdır. Başka bir değişle ‘bir iktidar diğer bir iktidarla sınırlanmalıdır.’ Cumhuriyetin demokrasiyle buluşması ancak böyle bir düzlemde gerçekleşebilir.
Yoksa sınırları Anayasaca belirlenmiş olan ve aynı zamanda “Yüce Divan” konumundaki Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayıp, üyeleri hakkında alenen suç duyurusunda bulunmak, ‘hukuk devleti’ kavramıyla çeliştiği gibi Yargıçlar Sendikasının ifadesiyle;
‘Yargı eliyle toplumun anayasasızlaştırılması, giderek uluslararası hukukun yurttaşlarımızın hukuk güvenliği ve temel hak ve özgürlükleri bakımından iyileştirici etkilerinin ortadan kaldırılması, dünyanın uygar toplumlarının üstün ve evrensel hukuk ilkelerinden ulusumuzun yoksun bırakılması, Cumhuriyet devriminin medeni toplumlarla bütünleşme hedefinden sapılması, ülkemizin uygar dünyadan uzaklaştırılması ve yalnızlaştırarak kapalı bir topluma dönüştürülmesi sonucunu doğuracak bir yolu açacağı unutulmamalıdır.
Olup bitene kayıtsız kalmanın, giderek otoriterleşen yönetim anlayışının meşruiyet kaynağı ve işbirlikçisi yargı görüntüsünün, bu durumun gerçek olması kadar ağır sonuçları olacağı; ılusumuzun hukuka olan inanç ve bağlılığını azaltacağı, hukuk dışı arayışları çoğaltacağı, giderek anayasamızın hedeflediği açık, katılımcı, çoğulcu ve hoşgörüye dayalı demokratik toplumu tehlikeye düşüreceği görülmelidir.’ denilerek, mevcut yargısal uygulamadan derin üzüntü duyduklarını kamuoyuyla paylaştıkları vurgulanmaktadır.
Devletin anayasal kurumlarını ve toplumumuzu tedirgin eden, ‘yüce divan’ konumundaki Anayasa Mahkememizin tatili anlamına gelecek bu gözü kara gidiş kabul edilebilir değildir. Ağır sonuçlarını toplumun ödeyeceği bir kaos ortamının bir an önce sonlandırılması her şeyden önce bir yurtseverlik ödevi olarak önümüzde durmaktadır.
Sevgiyle, dostlukla.