Yerel seçim şokunun hemen ertesinde yumuşama deyip (kayış atan!), kayyım hamlesiyle yola devam alışkanlığını sürdüren iktidar cephesinde değişen bir şey olmadığı bir kez daha gözleniyor.
Olmaz o kadarda dedirten bu absürt çeşitlendirme biçimi, ilk bakışta fazladan cephe açmak gibi algılansa da, aslında 22 yıldır her şeye faydacı bir anlayışla yaklaşan iktidar katında tehdit ve mücadele motivasyonunu tazeleme açısından ziyadesiyle faydalı bulunuyor olsa gerek?
Hat savunmasından çıkarak kendisine alan açan muhalefetten ilham alan ve savunmasını (saldırısını) geniş bir alana yayma arayışını çoğu kez demokrasinin dışına çıkmak pahasına sürdürmeyi göze alan iktidarın bu hamlesiyle; Yargıdan meclise, sokaklardan medyaya yayılan, aktörleri, yöntemleri ve yürütücüleri de çeşitlenen bir yüksek tansiyon dönemine girildiğini söylemek için hiç de kahin olmayı gerektirmiyor.
Yaşananlar ve muhtemelen önümüzdeki günlerde yaşanacaklar açısından, durum pek de iç açıcı görünmüyor. Ancak hala içinde bulunulan “şok terapi” koşullarına ve akut duruma bakarak yorum yapmanın çok isabetli olmadığını düşünüyorum. Hafızamı şimdiki anın baskısından kurtarmaya çalışınca, şaşırtıcı bir dalgalanma gibi yaşayanların, takip edilebilir sürekliliğini daha iyi görebiliyorum.
Hiçbir şey değişmiyor fikri ve artık her şey bambaşka düşüncesi, daha geniş bir zaman dilimi içinde bakınca farklı duruyor. Yaşananların iyi hesaplanmış bir planın parçası veya zorunlu savrulmaların ürünü olması da durumu değiştirmiyor. Süreci kontrol edebilmek, anı yönetmek kadar kolay değil. Yani özetleyecek olursak herkes, daha önce olduğu kadar mutlu ve iyimser ya da umutsuz ve kötümser olabilir. Elbette yapılması gerekenler ve yapılabilecekler de şimdilik yerinde duruyor!
Şimdilik diyorum zira yönetsel manada bir makas değişikliği söz konusu! İç ve dış kamuoyunda olanca yetmezlikleriyle çok kötü sınav vermiş oligarşik bir yapının, uluslararası beklentilerin dorukta olduğu stratejik bir bölgede varlığını “durumsal” çözümlemelerle sürdürme çabası beyhudedir. Tam da bu noktada “Oligarşinin Tunç Yasası” kanımca zihin açıcı olacaktır.
Tamamen demokratik olduğunu savunan kurumlar ve yönetim birimlerinin de sonunda küçük bir azınlığın kontrolüne geçtiği; yönetimin olduğu her yerde değişen biçimlerde oligarşik bir yapının oluşma eğilimini öne süren ve gönümüzde dahi kendini güncelleyen Oligarşinin Tunç Kanunu tezi, klasik elit kuramcılarından sosyolog Robert Michels tarafından ortaya atılmıştır. Partiler ve işçi sendikaları üzerinde yaptığı araştırmalara dayanarak teorisini 1911 tarihinde geliştiren Michels, Oligarşinin Tunç Kanunu teziyle; modern büyük ölçekli örgütlerin kaçınılmaz olarak oligarşik özellikler gösterdiğini. Yöneten ve yönetilenlerin idealleri ve niyetleri ile uyumlu olmasa dahi sonuçta oligarşiye uyumlandıklarını gayet açık bir şekilde anlatır.
Michels’e göre bu şekilde örgütlerin tamamı, yapıları görünüşte demokratik prensiplere sahip olanlar dahi, fiilen oligarşiye dönüştüren “tunçtan bir kanuna” tabi olacaklardır. Oligarşik eğilimlerin demokratik yönelime üstün geldiği bir ortamda, örgüt ne kadar demokratik bir şekilde kurulursa kurulsun sonunda oligarşiye teslim olacağı gerçeğini kuramsal bir çerçeve içinde ortaya koymayı başaran Alman sosyolog R.Michels’in;
“Seçilmişlerin seçmenler, vekillerin vekalet verenler, delegelerin ise delege edenler üzerinde hakimiyet kurmasına yol açan örgütün kendisidir.” Sözleri, kanımca Oligarşinin Tunç Kanunu tezinin, günümüze (projektör )tutan tam bir özetidir.
Bu ahval ve şerait içerisinde, sorumlu bir yurttaş olarak olup bitenler karşısında bir durum değerlendirmesi yapıp, aidiyet sorgulamasına yönelmenin her şeyden önce ertelenemez bir ödev olduğunu düşünüyorum.
Not; Kuşkusuz ki sizlerle birlikte olmak- paylaşmak ziyadesiyle değerliydi, ancak rahatsızlığım nedeniyle yazılarıma bir süre ara vermek durumundayım.
Sevgiyle,, tekrar buluşmak dileklerimle…