Mart ayı, her ne kadar “kazma kürek yaktırmakla” ünlense de, ilkbaharın gelişi ve doğanın uyanışının değişmeyen muştucusu.
Eski Türk- Altay halk kültürü ve mitolojisine göre; İmre (İmere veya Emire) adı verilen doğaüstü bir varlığın neden olduğu bir değişim olarak kuşaktan kuşağa aktarılır. İlkbaharda görünüp, titrek ışıklar saçarak göğe yükselir (havada-20 Şubat). Sonra buzların üzerine düşerek onları eritir (suya-27 Şubat). Ardından da yere girer (toprağa-6 Mart). Bundan sonra ısınmış topraktan buhar yükselir. Cemre (Emire): baharın gelişini temsil eder. “Ateş”, “kor”, “köz” gibi anlamları da olan ve Tasavvuftaki tanımlamayla; Temizlenmeyi ve yeniden doğuşu temsil eden ateş aşk kavramının yakıcılığıyla da ilintilenir…
Doğanın her bir devinimi insanlık tarihinin her dönemi için etkili ve belirleyici olmuştur. Topluluklar hava durumuna göre göçü veya yerleşikliği tercih etmiştir. Doğanın sunduğu olanaklar ölçüsünde ekip biçmiş, barınma ihtiyacını sıcaklığa göre tamamlamış, takvimleri oluşturarak hareket etmiştir.
Bu vazgeçilmezliğiyle bahar, kuşkusuz ki mevsimlerin en değerlisidir. Hayvancılığa ve tarıma bağlı toplumlarda baharın gelmesi ayrı bir anlam ifade etmiş, hayat yeniden canlanmış, üretim başlamış, koç katımı, ekim, hasat gibi dönemler çeşitli inanç ve uygulamalar eşliğinde etkinliklerle bütünü olarak kutlanmıştır.
Hoş Cemre düştü diye de ne kışın, nede insanlığın kara yazgısı tümden bitmiyor elbette. Aşık Veysel’in, sadık yârim diyerek betimleyip; “ Karnın yardım kazma ile bel inen. Yüzün yırttım tırnağınan elinen. Yine beni karşıladı gülünen…” diye işaret ettiği “toprak ana” Vahşi kapitalizmin hedefi olmaktan bir türlü kurtulamadı. Dünya kontrolsüz karbon salınımının neden olduğu küresel ısınma sonucu her türden kirlilikle mücadele ederken, bizim ülke olarak kayıtsız kalışımız yetmezmiş gibi. Yurdun dört bir yanını köstebek yuvasına dönüştüren maden şirketlerinin pervasızlığı doğa tahribatının yanı sıra, İliç örneğinde yaşanan can kıyımlarıyla da yürekleri dağlamıştır.
Kuşkusuz ki yaşam garip ve ürkünç tesadüflerle dolu… Tam da, Eski Yunan’da “iki nehrin arası” anlamına gelen Mezopotamya ovası ve “bereketli hilal” denilen bu yöreden, geliyorum diye diye yaşanan facia, yine ölüm, yine ihmal, yine “asrın felaketi” başlıkları ardına saklanan timsah gözyaşları!
Oysa ABD merkezli Anagold’la yerli ortağı Çalık Holding’in işlettiği maden, Erzincan’da aktif bir fay hattı üzerinde ve Fırat Nehrine kuş uçuşu 300 metre mesafede bulunuyor olması bilinen bir gerçek. Dolayısı ile uzmanlar, madende “çevre felaketi” meydana gelebileceği konusunda yetkilileri senelerdir uyarıyordu. Nitekim madende 21 Haziran 2022 tarihinde siyanür taşıyan boru patlamış, 20 ton siyanürlü su Fırat Nehri üzerine kurulan İliç Barajına sızmıştı. Bunun üzerine Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı madene 16 milyon tl. para cezası kesmişti. Suç duyurusu sonrası İliç başsavcılığı tarafından oluşturulan bilirkişi heyeti, kazanın “yeterli tedbir alınmadığı için” meydana geldiğini kayıt altına almış olmasına karşın; Madendeki iki mühendise para cezası verilmesi sonrası dosya kapatılmış, ama maden 22 Eylül 2022 tarihinde yeniden faaliyete geçmişti!
Bu biçimiyle İliç faciası, doğanın sermaye tarafından talanının bir sonucudur. Meydana gelen facia nedeniyle, toprak zehirlenmiş çevre kirletilmiş kimin umurunda. Toprak altındaki işçilere karşın firma “eleman aranıyor” ilanı vermekten utanmıyor bile. Halbuki bu bereketli topraklar, hiç böyle insan yapısı felaketlerle anılmayı hak etmiyor. Sadece bizim değil, dünyanın tarihinde de o kadar önemli bir bölge ki Dicle ve Fırat’ın suladığı bu topraklar. Tarıma geçişin, tahıl ve bakliyat üretiminin ana vatanı her şeyden önce. Bu yönüyle insanlık tarihinin asrı değil, asırların mucizesi olarak anılan bir hilali andırması nedeniyle “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan; Türkiye’nin güneydoğu bölgesini içine alan bu bölge aslında tarihin farklı anlarında en değerli izleri saklıyor. Sadece Şanlıurfa’daki, Mısır piramitlerinden bile 7500 yıl önce inşa edildiği ortaya çıkan ve tarihi ezberleri bozan Göbeklitepe tek başına bu bölgenin sadece tarihi önemiyle anılmasına yetmeli ama olmuyor!..
Biz bu bereketli coğrafyada suya, toprağa zehir karıştı mı, karışmadı mı tartışmasını yapmak zorunda kalıyoruz. Oysa burası tüm gezegende buğday, arpa, mercimek, nohut tarımının ilk yapılmaya başlandığı yerler. Gıda güvenliğinin bu denli gündemde olduğu, geleceğin göçlerinin su ve gıda krizi nedeniyle yaşanacağının bilimsel verilerle anlatıldığı günümüzde;
-Türkiye’nin bu en kıymetli topraklarında mercimeği değil siyanürü,
-Yaşamı değil ölümü…
-Bereketi- bolluğu değil de, zehirlenen toprağı, iş cinayetlerini konuşmak durumunda bırakılışımız gerçekten akıl almaz, acı verici bir durum.
Cemre’nin nasırlaşmış yüreklere de düşmesi dileklerimle.