Farklı anlamlar yüklenip “devlet” ya da “demokrasi” payesiyle yüceleştirilmeye çalışılsa da, tüm bu çıkarsamalar siyasi partilerin demokratik siyasetin amacı değil, aracı olduğu gerçeğini asla değiştirmiyor.
Demokrasinin kurum ve kurallarıyla hüküm sürdüğü bir iklimde siyasi partiler özellikle de “temsili demokrasi” bağlamında çoğulcu bir işleyişin karşılaştığı pratik zorlukların kolaylaştırıcısı olduğu gibi, farklı siyasi taleplerin de uzlaştırıcı bir işlevini sürdürmekle ödevlidirler.
Daha açık bir ifadeyle siyasi partilerin birincil işlevi temsildir;
Bu temsil düzleminde siyasi partiler, devlet mekanizmasındaki bürokratik süreçlerin “yasa ve mevzuatın” neden olacağı durağanlığa karşı, “parti programlarıyla” politik hedeflerini ortaya koyarak devlet mekanizmasının hantallığının önüne geçer.
Ayrıca parti içi demokrasinin karşılık bulduğu tüm süreçlerde, siyasi partiler muhalif konumları nedeniyle, bir fren ve denge mekanizması olarak demokrasinin işleyişini güvence altına alırlar.
Böylece farklı seçim bölgelerinde, yerel dinamiklerden gelecek taleplerin merkezi yapıya ulaşıp gündeme alınmasını, farklı seçmen kesimlerinin marjinalleşmeden, yani çepere itilip, ötekileştirilmeden sürece eklemlenip söz sahibi olmaları sağlanmış olur.
Oysa biz rejim sorunu, kritik eşik diyerek girdiğimiz bu zorlu seçim sürecinde, saptanan milletvekili aday listeleriyle partilerin yukarıda sıralanan kriterlerin ne kadar örtüşebildiğinin değerlendirmesini yaptığımızda, evdeki hesabın çok da çarşıya uymadığını!
Siyasi partilerin zaman içinde, kitle bağını kaybetmiş; kayıtsız koşulsuz biat bekleyen güç merkezlerine dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Siyasi temsil açısından, seçim öncesi ittifaklar ve ittifak partilerini kapsayan ortak listeler temsili kolaylaştırmış görülse de, seçmene danışılmadan, önseçim ya da en azından temayül yoklaması yapılmadan, nerede ve nasıl gerçekleşeceği bilinmeyen ve hiç de şeffaf olmayan pazarlıklarla belirleniyor olması, seçmeni ve iradesini yok hükmünde saymakla eşitleniyor!
Yangından mal kaçırırcasına, ittifak bileşenleri dahil parti yöneticilerine özellikle güçlü oldukları seçim bölgelerinde listelerde öncelik tanınması yerine, böylesine zorlu bir dönemde sokağın sesine kulak verip muhalif güçlerin politika yapabilmelerinin önü açılabilir, böylece kanaat önderleri ve teknokratlar mücadele hattına çekilebilirdi.
Ama nerdee! siyasi deneyimi sınırlı fakat popülaritesi ziyadesiyle yüksek isimlerin öne çıkartılıp, vitrin ve benzeri kaygıların giderildiği süreçlerin siyasetle eşleştirilmesi. Siyaseti yurttaş gözünde, gündelik hayattan kopuk, kavram ve terimlerle örülü bir üst yapı, aktörlerinin de yozlaşmış siyasetçiler ya da elitlerden oluşacağına dair bir düşüncenin yerleşmesine neden oluyor.
Acaba diyorum partiler güçlü oldukları seçim bölgelerini birer kale olarak mı görüyor, yoksa dilediklerince takıldıkları bir arka bahçe mi?
Bu hengame içerisinde kafasını kendi küçük hikayesine gömen seçmen, bir kez daha zamanın ruhunu, değişimin yönünü anlamakta geç kalıyor. Oysa değişim ancak ve ancak uzun soluklu ve istikrarlı bir mücadelenin sonunda, kapsayıcı bir siyasi strateji aracılığıyla elde ediliyor.
Geçmişin romantik sloganlarını güncellemek, pratik karşılığı olmayan politik çözümler öne sürmek, değişime direnç gösteren fosil yapılarla hareket etmek mevcut durumu muhafaza etmenin ötesinde bir işe yaramıyor. Kapalı kapılar ardında , kim bilir ne tür kişisel çıkarların, pazarlıkların ve hatta şantajların sonucunda ortaya çıkan ittifaklar seçmen gözünde hiç de inandırıcı olmuyor.
Daha seçime çeyrek kala masadan kalkan ortaklar tedirginlik yaratıyor. Stratejik ortaklık kurup, kendine göre liste stratejisi yapanlar “stratejik oy davranışı” nı eleştirince inandırıcı olmuyor. Seçime giden süreçte yıllar boyunca iktidara söylemediğini bırakmayan, son düzlükte iktidara övgüler düzüp kendi avantasının peşine düşen küçük parti liderleri siyaseti olabildiğince kirletiyor.
Bütün bu itiş kakış bitip toz çöktüğünde geriye mevcut düzeni devam ettirmekle, köklü bir değişim olmasa bile böyle bir değişimin yolunu açacak alternatif arasında bir tercih kalıyor. Bordo perdenin ardında bizi yirmi yıldır yaşadıklarımızla daha aydınlık bir Türkiye olasılığı arasında bir tercih bekliyor.
Belki her şey bir anda gül bahçesine dönüşmeyebilir, ama daha özgürlükçü bir Türkiye’nin, uzlaşmacı bir dilin, bir arada yaşamayı yücelten bir toplumsal sözleşmenin, değişimi yakalamaya dönük bir siyasetin önü neden açılmasın ki?
Köhnemiş sistemin seçimlere bakışı ve uygulamalarıyla erketeye yatmış olması! Ve sisteme uyumlanıp doyuma ulaşmış sözde muhaliflerin tutumu! Duyarlı yurttaş nezdinde zihni karmaşaya neden olup, seçimlerin sonuçları itibariyle sorgulanır olmasına kapı aralamıştır.
Velhasıl seçim değerlendirmeleri yapılırken doğal olarak kampanya sürecinde yapılanlar- yapılmayanlar, değiştirme çabası içine girmeyen, hatta değişime direnenlerin yeniden hayal kırıklığı yaşamamak adına acilen sorgulanması kocaman bir sorumluluk olarak önümüzdedir!
Varsın derin siyaset kulisleri “değişim” karşıtı pazarlıklarını sürdüredursun! Bizim için ortak bir hayali görmek, cümle eksiğin, adaletsizliğin, rezilliğin, ihanetin içinde ışığı aramak onurdu.
Öykümüz milyonlarca insanın kalbinde ateş gibi harlı artık.
Cehennemin kapılarını kapatamamış olsak da, birleşe birleşe uzun zamandır kaybettiğimiz “biz’e” bir kapı araladık dostlarım.
Sevgiyle, dostlukla…